Mediha Sessiz ve Rüştü Onur
Araştırmacı Yazar Erol Çatma hazin bir aşkın hikayesini yazdı...
Rüştü ile Mediha
Aşkın birçok tarifi yapılır, “ölesiye sevmek”, “uğrunda
ölmek”, “onsuz yaşayamamak”
gibi.
Anadolu’da, “Tahir
ile Zühre”, “Kerem ile Aslı”, “Ferhat ile Şirin”, “Leyla ile Mecnun”, “Yusuf ile Züleyha”, “Memo-Zin”, ilk akla gelen aşk
destanlarıdır.
Gerçektir, değildir bilinmez, ama aşk, bizim aşkımız olur,
kahramanları da yine bizler oluruz. Yani aşk her şeyi ile bizimdir, bizi
anlatır.
Aşkı anlatan en güzel şiirlerden “Tahir ile Zühre”yi severek okurum.
Aşkın tarifi konusunda iki söylemi çok tutarım. Birincisi; “Hiçbir karşılık beklemeden sürekli vermek”tir.
İkincisini ise, kızımın kitabına yapıştırdığı etikette okudum. “Aşk, asla pişman olmamaktır” diye
yazıyordu, etiketin üzerinde. “İşte
benim inandığım aşkın tarifi bu” diyerek, çok sahiplenirim, aşk için asla
pişman olmamayı. Aşkta sınır yoktur. Aşk, ne din, ne ırk, ne fakir, ne zengin,
ne de ölüm dinler. İnsanın yaşamı boyunca bir kere âşık olma şansı vardır, âşık
olmuşsan, kavuşmak için ölümüne mücadele eder, her şeyi göze alırsın. “Kavuşamazsam, ölürüm” dersin Rüştü
gibi. Ama kavuşamadın mı, ne yapsan çaresi yoktur, belki yaşarsın, ama nefes
alan bir ölü gibi yaşarsın.
Aşkın kırsal söylemi, karşımıza genellikle sevda olarak çıkar.
Aşk ile sevda arasındaki ince çizgiyi, yine başka bir ince söylem anlatır
bizlere, “Aşk söyletir, sevda
ağlatırmış” derler.
Kavuşamayan âşıkların son noktası için kullanılan bir söz
vardır ki, memleketimizde, “kara sevda”
olarak ifade edilir. Sonu ölümle biten sevdaları imgeler, sevdası için
ölenleri, ölebilenleri ve sevdanın büyüklüğünü anlatabilmek için kullanılır, “kara sevda” söylemi. Tek anlamı budur,
kara sevdanın. Zaten kara, olumsuzluğun en kötüsü, ölümün rengi değil midir?
Kentimizden kısa ömürlü süren ve halan daha izleri kalan iki
kısa evlilik yaşanmıştır. İlki Oktay Rıfat’ın Türkan’la olan evliliğidir.
İkinci Dünya Savaşı’nın bedeli olan stres ve yokluk içindeki günlerin bir
eseridir, Türkan’ın ölmesine neden olan verem hastalığı.
Çok merak etmişimdir Türkan’ı, arayıp buldum fotoğrafını. “Yazık ki, ne yazık” diyesi geliyor
insanın içinden, Türkan’ın güzelliğini görünce.
Sonra bir gün, Türkan’ın mezarını bulmam gerektiğini
düşündüm, yıllarca aradım mezarı “Asri Mezarlık
kazan, ben kepçe.” Sadece ben mi, benden evvelde çok aranmış mezar.
“İş edinip kendine, uzun uzun aradı Türkan Hanım’ın mezarını şair
arkadaşım Doğan Şadıllıoğlu, ama bulamadı. Ne zaman açılsa konu, ‘Bakmadığım
mezar kalmadı Üzülmez Mezarlığı’nda’ diyordu, üzülüyordu. Kim bilir, Türkan
Hanım’ın kendisini bulmuştur o karanlıklar ülkesinde belki de!” diye yazıyor İrfan Yalçın, “İçimdeki Zonguldak” isimli
çalışmasında.
Doğan Ağabey bulamamış, ama ben buldum Türkan’ın mezarını,
bir avukat arkadaşım sayesinde. İrfan Ağabey haklı çıkmıştı, Doğan Ağabeyin
mezarı ile kapı komşu sayılır Türkan’ın mezarı, birbirine o kadar yakınlar.
Aynı yıllarda, ayrı imkânlar içinde, iki ölüm ve bir aşk
daha çok üzer insanları Zonguldak’ta. Ama bunlar farklıdır, ilk aşk hikâyesinin
kahramanlarından. İkisi de hastalıklı, ikisi de fakir, ikisi de devletin
imkânlarından mahrum, ikisi de birbirine ve ölüme, pamuk ipliği ile bağlı.
Pamuk ipliği, ölüm ve aşk “Rüştü ile
Mediha” olup çıkıyor karşılarına, yaşamlarının son günlerinde.
Rüştü, belki kurtarabilirdi kendisini, Mediha’nın ölümünden
sonra, ama yorgundur, umutsuzdur, “Biz
hastayız, bakılmak lazım. Hani para, hani sanatoryum, hani şefkat? Altı aydır
sıra bekliyorum” diyerek hayıflanmıştır Salah Birsel’e yazdığı mektupta.
1941 yılının başında hastalığı yeniden şiddetlenmiştir. Üç
ay Zonguldak’ta hastanede kalır. Daha sonra sanatoryumda yatma sırası gelir.
1941 yılın sonuyla 1942 yılının başında Heybeliada Sanatoryumu’nda kalır. 1942
yılının Mart ayında sanatoryumdan çıktığı vakit yedi kilo almış, hastalığı
yenmiştir.
1942 yılının ortalarında yine hastalanır. Duygularını şöyle
ifade eder Rüştü:
“Bugün çok sevdiğim dünyaya doyamayacağım gibi geliyor bana. Daha
koklamadığım çiçekler var, tadamadığım meyveler, havasını teneffüs edemediğim,
insanlarıyla omuz omuza gezemediğim şehirler. Ve nihayet yazamadığım şiirler.
Ben ölecek adam değilim Salah. Fakat bilinmez ki mukadderat.”
(5 Haziran 1942 tarihli mektuptan-Rüştü Onur. Hazırlayan: Salah Birsel,
Karşı Yayınlar. İkinci Basım: Aralık 1992: Ankara)
Bu defa hastanede tifo tedavisi görmekte olan Mediha Sessiz
adlı bir kızla tanışır. Kıza yıldırım hızıyla âşık olur ve yine aynı hızla
nişanlanır. 7 Ağustos 1942 tarihinde Zonguldak Halkevi’nde sade bir törenle
nişanlanırlar. Bir gün sonra da kız ve ailesi Anafarta Vapuru ile İstanbul’a
dönerler.
Nişanlanmasını, “Cevabımın birkaç gün gecikmesinin sebebi
şudur: Nişanlandım. Sana şimdi ne söylemem lazım geldiğini maalesef bilmiyorum.
İnsan, fevkalade anlarda, fevkalade bir şeyler söyleyemiyor. Sana yalnız
hudutsuz memnuniyetimi söyleyebilirim. Bugün hayatımdan biraz daha memnunum.
Yarın da memnun olabileceğimi sanıyorum. Kolay değil azizim. Âşık oldum piyade.
Darısı dostların başına”([1]) sözleriyle
aktarır Salah Birsel’e.
Mutludur Rüştü. Üstelik bu bir aşk mutluluğudur, Mediha’ya âşık
olmuştur, bir umut ışığı ısıtmıştır kalbini. Zonguldak kentini de sevmiştir,
bir kentin nasıl sevilmesi gerektiğini en kısa olarak, “Sen aziz şehrim, / Ellerim, gözlerim kadar benimsin” dizeleriyle o
anlatabilmiştir belki de. Bir şair, yaşama doyamamış, erken öleceğini bilen bir
şair için, ellerin ve gözlerin önemi ne ise, Zonguldak sevgisi de, o kadar
büyüktür Rüştü’de.
Mediha’ya da bir mektup yazar, “Ne tuhaf yastıkta başının yeri hala kaybolmamıştı” diye Mediha’ya
olan sevgi ve hassasiyetini belirmiştir. Mediha’nın baş koyduğu yastığı
bozmamıştır, bozamamıştır belki de, ikisinin de aynın yastığa baş koyma
özlemidir bu satırları yazdıran.
Aynı mektupta Mediha’ya, “Meraktayım Mediha, hastalığın
nedir? Bu kadar ateş niye? Öğrenmek istiyorum. Aklına şu gelmesin; ‘Rüştü benim
hastalığımın fena olduğunu öğrenirse, benden kaçar’ deme. Allah göstermesin. En
fena illete yakalansan da, benim karım olacaksın. Seni mezara kadar beklerim.
Bak bende hastayım ne çıkar” cümlelerini yazar, ama biliyordur ne
olacağını. Onun için ellerini çabuk tutmalıydılar.
Bir mektubunda da, Mediha’nın düğünleri için bir yıl bekleme
önerisine; Rüştü, “Bir sene bekleme meselesine gelince, bende ona taraftarım. Ancak
toparlanırız” şeklinde cevap yazmasına rağmen 15 Ekim 1942 tarihinde
evlenirler. Rüştü’de artık İstanbul’da, Şair Leyla Sokağı’na yerleşmiştir.
Kemal Uluser, Muzaffer Tayyip’e yazdığı mektupta; Rüştü
Onur’un, bu sokaktan, bu sokağın insanlarından memnun olduğunu belirtiyor. Rüştü Onur, Şair Leyla Sokağı’nı şu dizelerle
anlatıyor.
“Şair Leyla Sokağı/ Payıma düşen toprak
parçası / Seninde payına düşer. / Ayrılık gayrilik yok / Ölüm nefesinde nasıl
olsa. / Amma henüz vakit erken / Daha dün / Karşı apartmanın balkonunda / Dur
bakalım hele / Ben salata satayım /Şair Leyla sokağında / Sen gene koş / Bez
fabrikasındaki tezgâhının başına. / Ölüm içimde /Ölüm dışımda / Ölüm talihsiz
aşımda / Ölüm kuru başımda / Teselli benim gözyaşımda.”
Çok uzun bir vakit geçmeden korkunç son yakalamıştır
Mediha’yı. Kısacık süren mutlu evlilikleri bitmiştir. Evliliklerinin 27’nci
gününde gittikçe güçsüzleşen bedeni dayanamamıştır, tifo hastalığına
yenilmiştir Mediha.
Aşkının dramatik olarak son bulması, Mediha’nın kopup
gitmesi, onu bir daha görememe, kavuşamama duygusu davetiye çıkartmıştır adeta,
Mediha’nın peşi sıra gitsin diye, Rüştü’ye. Mediha öyle istememiş, kıyamamıştır
ona, Rüştü’nün dünyadan koparak, ardı sıra kara topraklara girmesini, şiirden
ve arkadaşlarından ayrılıp peşi sıra gelmesini. Rüştü kendisi gitmek istemiş
arkasından belli ki. Ölmeden önce yazdığı, “Elveda”
şiirinde:
“Elveda ey tanrım, artık elveda! / Elveda kırkı içindeki aşklarım!/
Elveda ey menekşe gözlü karım!/ Ki yaşamakta uzak bir adada.”
“Bu ölüm üzerine iyice sarsılan şair, kendini tümüyle içkiye verdi. Her
akşam içmeye başlamıştır. Nihayet o da ciğerlerinden gelen fazla kandan, Mediha
Hanım’dan 25 gün sonra, 2 Aralık 1942 tarihinde Beşiktaş’ta Şair Leyla Sokağı’nda
boğularak ölür.”
(Tunay Karakök - Edebiyatta Zonguldak Bienali. Bildiriler Kitabı)
Muzaffer Soysal bir makalesinde:
“Rüştü’yü ölüm habersiz yakaladı. O tertemiz çocuk, o hastalıkları
atlatmış, -şiirleri müstesna- romantiklikten uzaklaşmış, pırıl pırıl saçlı çocuk,
bir haftalık gelin iken ölen karısının peşinden ölüverdi.
Rüştü’nün karısı esmer bir
Beşiktaş kızı idi, kocası onu anlatırken ‘dal gibi’ derdi. Annesi şimdi,
Beşiktaş’ta siyah başörtüsü ile marul satar, durur. Her görüşümde, kızını mı
hatırlar, damadını mı bilmem, gözleri nemlenir. ‘Yaşadığımdan utanır gibi
olurum’ diyerek anlatır anılarını.”
(Rüştü
Onur. Salah Birsel. Muzaffer Soysal. Yenilik, Sayı 36, Aralık 1955)
Kemal Uluser ise, sanki bugünleri düşünerek yazmıştır
aşağıdaki satırları:
“Biz onu bir gün unutacağız, belki de unuttuk bile. İnsanoğlunun kaderi
budur. Ama ara sırada olsa, bazen bir mısra, bazen bir nükte, bazen bir sevda
hikâyesinin kahramanı halinde yanı başımızda bitiverecek. O vakit ‘aman’ diyeceğiz,
‘sen misin Rüştü?’ öldüğünü unutacağız.”
(Kemal Uluser’in, Muzaffer Tayyib’e Mektubundan)
Bir arkadaşım verdi bana Mediha ve ailesinin resimlerini,
Muzaffer Soysal’ın tarifine tıpatıp uyuyor, “dal gibi, menekşe gözlü” bir genç kız. Anacığının başörtüsü de
yazıldığı gibi. Kız kardeşi de tıpkı Mediha gibi.
Yazılanlardan bir tek farklı olan şey, Mediha’nın “Roman”a benzememesi. Hep Roman olarak
düşünmüşümdür, Rüştü Onur’un ölesiye sevdiği ve arkasından gittiği Mediha’yı.
Olsun be, ne fark eder, “Roman” diye
yanlış yazdılarsa, olaya hep araştırmacı mantığıyla mı bakmak lazım. Dedik ya “aşkın dini, ırkı, fakiri, zengini olmaz”
diye. Artık, “Rüştü’nün şiirleri kadar,
aşkınında güzelliğini yazmak gerekir” diye düşünüyorum.
Uğrunda ölünebilecek “dal
gibi, menekşe gözlü” aşklar olmasa, yaşamın ne tadı olur ki…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder